21.02.2015 tarihinde Yıldız Teknik Üniversitesinde çalışırken “Doçentlik Tarihim” adı ile bir sergüzeşt yazmışım. Yeniden keşfettim bu sergüzeştimi. Gerçek yer ve isimler kullanarak yayınlarsam bir örnek olay veya hikâye olacağını düşündüm.
Okulöncesi…
Hangi günde ve yılda doğduğum konusunda kesin bir bilgi yok. Resmi evrak üzerinde 12 Ocak 1964 olarak yazılmış ama hem anam hem de babam bu tarihin doğru olmadığını, ilkokulu bitirince diploma verilmesi için nüfus cüzdanı gerekli olacağı için nüfus müdürlüğüne varılarak tahmini bir tarih yazıldığını doğrulamaktadır. Ayrıca, anama göre bir önceki yılın sonlarında, babama göre aynı yılın bahar aylarında bir günde doğmuşum. Bu yüzden elimde kesin doğum günüm yoktur. Bu durum bir dezavantaj gibi görünse de zaman içinde avantaj olarak ortaya çıkmaktadır. Doğum Günü kutlaması masrafından muaf durumdayım.
Çocukluğum ile ilgili hatırladıklarım geneldir. Yer ve zaman göstererek bilgi vermem mümkün değildir. Ancak çocukluğumdan hatırladığım ve zihnimde silinmeden duran birkaç resmi hatırlıyorum.
Bunlardan birincisi bir fotoğraf pozu verdiğim olaydır. Bahattin amcam Adana’da okuyormuş. Ailenin aydın kişisi. Yayla zamanı Ağzı yukarı adı verilen bir mağara evin önündeyiz. Bahattin amcamın elinde bir alet var. Fotoğraf makinasıymış ve mağaranın önünde fotoğraf çekilecekmiş. Kendince bir senaryo oluşturmuş. Evin önünde küllükte yatan bir hayvan var. Muhtemelen dedemin develerinden veya öküzlerinden biri. Babam bir balta ile bu hayvana saldırıyor. Birisi de babama saldırıyor ve ben de babamı korumaya çalışıyorum. Bu senaryonun resim olarak çıkıp çıkmadığını bilmiyorum. Öyle bir resim hiç görmedim.
İkinci resimde babam ve ben varım. Babam Sızva’da öküz ile çift sürüyor. Ben de ona yardım ediyorum. Elimde bir meses var. Mesesin ucunda sivri bir çivi var. Mesesin öbür ucunda da labıt adı verilen yassı bir demir parçası var. Benim görevim bu yassı kısım ile karasabanın demir ucunda biriken çamuru sıyırmak. Önde dedemin iki öküzü, arkada babam ve onun yanında ben varım. Dedemle murabbaa ortaklık var.
Ve Çiriş Köyü İlkokulu…
İlkokulu köyümde okudum ama okula nasıl ve hangi yaşta başladığımı hatırlamıyorum. Bir zeytin ağacının dibinde ders yapıldığını hatırlıyorum. Bir de kontrplaktan yapılmış okul binasının tek sınıfında tüm sınıflar bir arada ders yapıldığını hatırlıyorum. Öğretmen olarak aklımda kalan ilk kişi Ali S. adında biriydi.
Nasıl biri olduğunu tam hatırlamıyorum ama babamla araları iyi idi ve evden yiyecek ve içecek tedarik ediliyordu. Okulun lojmanında kalıyordu. Şahsiyeti ve öğretmenliği ile ilgili olarak hatırladığım fazla bir şey yok. Lojmanda kalması ilgimi çekmişti çünkü o zamanlar biz çadırda yaşıyorduk ve bizim için çok yeni ve değişik bir ortamda yaşamanın ne kadar ilginç olacağını merak etmiştim.
Hatta bir yolunu bulup lojmanın nasıl bir şey olduğunu görmek için çok çaba sarf ettim ama ancak kapının önündeki kuyuyu görebildim. Sonradan öğrendiğime göre lojmanın içinde tuvalet varmış ve oradan gelen pislikler bu kuyuda birikirmiş.
Bu öğretmen acaba neden evinin içinde ihtiyaç gideriyor, oysa dışarısı orman ve görülme ihtimali yok. Açık havada neden bu işi yapmıyor diye içimden sorduğumu hatırlıyorum.
Okula gelirken her öğrenci 2 odun getirmek zorundaydı. Bu iki odundan birisi lojmana birisi de okula getiriliyordu. Ormanda odun bulmak çok zor değildi. Kurumuş veya kesilmiş odun yoksa evden ele alınan odunlar okula kadar getiriliyordu. Bu da unutulursa yolda birkaç arkadaş sandal ağacını asılır veya üzerine çıkar, kırılan ağaçtan odun yapılırdı.
Ağacın kırılması için ağır bir arkadaşın yardımı işi daha da kolaylaştırıyordu. Akkulak’ın Hasan bize bu konuda hep yardımcı oluyordu. Doğuştan gelen bir hastalığı vardı ve bu nedenle kilolu ve o kadar da yardımsever bir arkadaşımızdı. Herkese yardım etmek için elinden geleni yapardı. Evinden getirdiği her şeyi paylaşırdı. Ne iyi insandı Hasan Arı!
Diğer bir husus ise lojmandan akşamları görünen ışığın çok aydınlatıcı olduğu idi. Bu ışığın nasıl böyle güçlü olabildiğini merak ediyordum. Oysa öğretmenin odun ihtiyacı da yoktu.
Zira bizim çam ormanının içinde bulunan çadırda çıra çoktu ve akşamları hava kararınca ışık ihtiyacını bu çıralarla gideriyorduk. Zaten çoğu zaman ihtiyaç da olmuyordu. Ocakta yanan odun ateşi hem ısıtıyordu hem de yeterince ışık veriyordu.
Lojmanda oturan öğretmenle ilgili merak ettiğim diğer bir konu da öğretmenin ne yediği ve ne içtiği idi. Öğretmen sigara içiyordu ama farklı bir sigara idi. Babamın içtiği sigara paketinin üzerinde İkinci yazardı. Öğretmenin sigara paketinin üzerinde parlayan şeritler vardı. Kafamda merak ettiğim bu konuları tam anlamadan öğretmenin gittiği ve yeni öğretmenlerin geldiği söylendi.
Heyecanla okula vardığımda bir erkek bir da bayan öğretmenin geldiğini öğrendim. Bayan öğretmen Mersinli imiş. Erkek öğretmen de Erdemli’denmiş. Yağcı Osmann oğluymuş, Olukluymuş diye duydum. Lojmanda bayan öğretmen kalıyormuş ve erkek öğretmen Erdemli’ye gidiş geliş yapıyormuş.
Bayan öğretmenin adının Ayşe Ö. ve erkek öğretmenin adının Ahmet E. olduğunu sonra öğrendim. İkisi de gençti. Ayşe öğretmeni müşvik ve anacan tavırlarıyla hatırlıyorum. Muhtemelen kendi özel hayatında yaşamış olduğu olaylar onu erken olgunlaştırmış ve duygusal olarak yetiştirmişti.
Ahmet öğretmen için iyi şeyler söylemek mümkün değil. Hayatımda yediğim ilk ve en şiddetli dayağı bu adamdan yedim. Öğretmen demek yanlış olur. Ayşe öğretmenin tersine merhametsiz ve vicdansız biri idi. Onu da sonra anlatırım...
Eğitim adı altında ne dayaklar yedim ve gördüm… Dayak faslı var ya o dayak faslı. Kimdemiş dayak yemedim diye? Onu da sonra anlatırım…
Ah o güdük Ali Hoca’nın Sarıaydın Süleymancı Kur’an Kursu! Kim demiş zulüm haram diye? Haşlanma hikâyem de var. Onu da sonra anlatırım…