Anasayfa Reklam Alanı 1 728x90

noopener noreferrer

29.03.2023 14:03

Bedford Kamyon

Bedford Kamyon

Yazmaya çalıştığımız “GASAVAN (Uzunkuyu Anıları)” kitabından küçük birkaç sayfa paylaşıyorum… (Bizim yaşlarda çoğunun yaşadığı ve yaşanan bir hikaye... Sene: 1975-76 Yer: Uzunguyu'da bir arkaç... bir çelen... bir gıraç)

Akşamları yükdübe yaş sırasına göre her döşeğe ve yorgana ikişer tane düşecek şekilde uç uca dizili çocuklar yavaş yavaş yuvadan uçmaya başlamışlardı. Çocuk zincirinden her sene bir halka kopuyordu. Bu gidişlerin asla bir gelişi olmayacaktı. Bu gerçek her ne kadar bilinse de bu duruma alışmak zorunda olduğunun herkes farkında idi. Her azalan sayı getirdiği psikolojik ağırlığın ötesinde diğerleri üzerinde ciddi bir “yumuş yükü” de bindiriyordu. Yuvadan uçanlar, evlenip çıkanlar oldukça evde davara oğlağa bakanların sayısı gün geçtikçe azalıyordu. Yaylada seyilde, goyaklarda, gıraçlarda, minik keletelerde, daracık coğrafyada o kadar mal-melel arasında geçimi çevirmek zorlaşıyordu. Hayvanları dar alanlarda zapt etmek ve gütmek zaten zor, bir de obanın zararına gitmesi işi çığırından çıkarıyor, yeni sosyolojik sonuçlar doğuruyordu. Davarın, oğlağın ve bunlara bağlı olarak eşeğin, köpeğin kahrı artık gün geçtikçe zorlaşıyordu.

Bu durum hem analık hem babalık görevini üstlenmiş olan Osmanlı Kadını Aşşa Deyze’nin zihnini meşgul ediyordu. Artık çocukların davar-oğlak serzenişleri ve geçim daylısı arasında seçim yapmak zorunda kalıyor ve geceleri uykusu kaçıyor, gece yarısı sırtına kene gibi yapışık oğlak çobanı esmer çocuğa dönerek yüzüne dökülen saçlarını parmaklarıyla geri tarıyor, kokulu bir öpücük konduruyor, adeta çocuğu ciğerlerine çekiyordu. Güneş ve poyraz yanığı, toprak, kir, ter kokusunun karışımı evlat parfümü bu kadar mı güzel kokardı?

“İnekleri çoğaltalım” diyordu çocuklar, onlarla geçiniriz; davarı satalım. “Hatta ben güdeceğim inekleri, söz” dedi esmer çocuk. “Yaylada hep ben güdeceğim. Seyilde de okuldan gelince güderim. Dersi ineğin ucunda yaparım” diyordu. Papatya, gelincik kokulu halı gibi keletelerde yatıp ders yapması ne de güzel olurdu… Taa ki inekler mısmıs gelip “Kalk, altındaki otları da yayılacağım” diyene kadar…

O akşam az sayıda üyesi kalan aile meclisi toplandı ve tarihi karar verildi davar satılacaktı. Davarın satılması demek eşeğin köpeğin katırın da gitmesi demekti. O daracık coğrafyada insanlar ve hayvanlar o kadar iç içe yaşamışlardı ki, onlar adeta birer aile bireyi olmuşlardı. Bunların gitmesi demek hepsinin ailede yıllarca yer ettikleri sosyal statülerin gitmesi, isimlerinin de kaybolması demekti. Artık çomak geçi, gırdoğu geçinin oğlağı, gulağı dilik, Halep geçi, küpeli, gabış, poşu, bilezik, şelek, büsülü, sıçan eniği; eşşekler gırca, gır sıpa, taksi; köpekler gök güdük, ak köpek, ütük minik olmayacaktı. Toka çan, gildirek sesi duyulmayacak, belki de gök güdük gece yarısı hiç havlamayacaktı. Belki de arada can dostuyla oynayan sarı büsü de çekip gidecekti. Belki gazan, guplu, yağ toplanan topak bakır, topak tas, yannık, bişşek hepsi hepsi onlarla birlikte kaybolup gidecekti. Süt evine bile gerek kalmayacaktı belki de… Artık dedi ana “Süt çöplerini de bir yerlerinize…” Çok kötü hissetti Aşşa Ana kendini tutamadı bir an, ağladı ağladı… Kendisi için hayatın bittiğini düşündü. Kolay değildi. Doğduğundan itibaren onların içinde büyümüş; çocukluğunu, gençliğini, ümitlerini, sevinçlerini, kızgınlıklarını, türkülerini, aşklarını onlarla paylaşmış ve onlarla birlikte dokumuş yıllara nakış nakış… Sabaha kadar kimse uyumadı. Kimi davardan kurtulacağız diye sevinçten kimi de üzüntüden… Sabahtan davar için aracı olan Hasan Emmi ile davar alıcısı gelecek, hepsini toplayıp gidecekti.

O gece tam bir kâbus gibiydi. Yeni bir dönemin başlangıcının sancısı girmişti adeta tüm midelere. Herkes yatakta dönüp duruyor, yarı uyanık yarı uykulu yeni davarsız-oğlaksız bir hayatın muhasebesini yapıyordu içten içe… Yarım yamalak uykusu ile Aşşa Deyze birkaç defa dönüp yarı uyanık debelenen esmer çocuğunun başını, yılların çilesini çeken sönmüş göğüslerine bastırıp dakikalarca poyrazda güneşte kavrulmuş, toprak, kir, ter karışımlı ekşi kokusunu çekti içine tekrar tekrar, belli belirsiz bir hıçkırıkla… Kim bilir yüzü yanık esmer çocuk belki de onun otoriter dünyasında dertleşebileceği, teselli bulabileceği tek masum kişiydi; ya da her şeyini kaybedeceğini düşündüğü yeni hayatında onun da geleceğine üzülüyordu. Kim bilir?

O sabah yine her sabahki gibi ocak yakıldı, saç küllendi, senit kuruldu, bazlamalar ve sıkmalar dökülmeye başladı. Günün tek farkı, erkenden davara oğlağa gidilmemişti. Hayvanlar ağıllarında, kuzluklarında kendilerine çizilen kaderlerini bekliyorlardı. Ortalıkta derin bir sessizlik, ağır bir hava vardı. Evin anası yine her zamanki el çabukluğu ile bir taraftan bazlama atıyor bir taraftan da sıkmasını bitirmeye çalışıyordu. Geçim zoru ile her şeyi hızlı yapmaya alışan Aşşa Deyze davar satıldıktan sonra biraz yavaşlayacak mıydı? Bilinmez. “Peyniri bol bol koyun, bundan sonra alır olursunuz…” dedi. Bu, o sabah evdekilere sarf ettiği “Günaydın” anlamındaki ilk mesajıydı. Evdekiler de bunun farkındaydı. Hiç kimse seslenmiyordu. Zira elindeki oklava her daim hedefe gitmeye hazırdı. “Gıpıştayın, adamlar gele-soldu” dedi bir süre sonra. Gök güdük, olan bitenin farkındaymış gibi o sabah kapıya çok yakın bir yere yatmış, kendinin de gönderileceğinden korkarak evin içine sokulmuştu. Başını kapının eşiğine koymuş, adeta kaderine teslim olmuş gibiydi.  

Biraz sonra Hasan Emmi ile yanında kara şalvarlı, kirli sakallı, geniş yüzlü, yanakları kıpkırmızı bir adam Bedford Kamyon’dan indi. Adamın oğlu da kamyonu sürüyordu. O, kamyondan hiç inmeden “Nere yanaşacağız?” dedi. İşte o an, yanık yüzlü esmer çocuk tüm bu yaşananların bir oyun olmadığının farkına varabildi. Bir an en sevdiği Halep kırması keçinin hafif kirli sarı, boğazında minik küpeleri olan oğlağı “Sıçan Eniğini” düşündü. O da mı gidecekti? Acaba onu evde bırakmanın bir mahsuru var mıydı?  

Hasan Emmi kısa süren merhaba faslından sonra “Hazırladınız mı davarı oğlağı?” dedi. “Sayı tamam mı? Dün konuştuğumuz gibi değil mi?” diye sordu. Prosedürlerle uğraşacak çok az zamanı var gibiydi. O kadar basit miydi? Yılların emeği, hayat tarzı, sesler, renkler ve nakış nakış dokunan yüzlerce nefes, şalvarın cebinden çıkarılan bir tomar kâğıt parçası mı ediyordu? O nefesler, o canlar, her biri bir aile ferdiydi. Ya o isimler ne olacaktı? O isimler Torosların yamaçlarında yankılanmayacak mıydı bir daha? Kır doğu geçinin oğlağı, çomak gök geçi, gulağı dilik, Halep geçi, küpeli, gabış, poşu bilezik, şelek, büsülü, sıçan eniği, İreyis... Kendisinin uydurduğu, ailesinin bildiği bilmediği onlarca isim…  Geceleri yaylanın başında tanıdık bir senfoni gibi gelen gildirek sesleri… Boynun kaşıyan bir davarın langırt langırt toka çanı… Bunların gideceği düşüncesi bile çocuğu farklı bir dünyaya götürdü, gözleri yaşardı. Çocuk üzüntüden ağlamayı daha bilmiyordu. O hep dayak yenildiği zaman ağlanır diye biliyordu. Sanırım bu bir ilk olacaktı… Aynı hüzünlü duyguyu yıllar sonra ablası gelin olduğunda da hissedecekti.

Hemen kamyonu yanaştırdılar ve davar-oğlak karışık, küreme-küş dolduruverdiler. Bir vedalaşma bile yapamadan… Adam hafiften yan yatarak şalvarın uzun ince cebinin dibinden şeffaf naylona sarılı bir tomar para çıkardı. “Sayın” dedi. “Tam 45 bin lira.” Paralar sayıldı ve teslimat yapıldı. Zaten kara olan Aşşa Deyze iyice kararmıştı. Kendini zor zapt ettiği belliydi. Sanki yağmak üzere olan Göktepe’nin üzerindeki kara bulutlar gibiydi. Ama bu defa yağışın çok şiddetli, gök gürültülü, patırtılı olacağı belliydi.

Bedford Kamyon çalıştırıldı ve büyük bir gürültü ile uzaklaştı. Ev ahalisi birbirlerinin yüzüne bakakaldı. Yıllarca bin bir emekle nakış nakış dokunan bir hayat tarzı, her biri doğduğunda yeni bir çocuk doğmuşçasına sevinilen canlar, özel seçilmiş sesler, çanlar, gildirekler… Hepsi hepsi bir anda gidivermişti. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Davarın satılmasını isteyenler bile bu kadar ani bir değişim beklemiyorlardı veya sonuçlarının bu kadar etkili olabileceğini… Gök güdük bile biraz ötede sessizce ağlıyordu. Köpeğin ağladığına ilk defa şahit olmuştu esmer çocuk. Sarı büsü ortalıkta görünmüyordu. Kim bilir belki o da bir yerlerde ağıt yakıyordu.

Yeni dönemin açılış konuşmasını Aşşa Deyze’nin yapması bekleniyordu ve beklendiği gibi de oldu. Kapkara olan yüzü önce kızardı bozardı, hıçkırıklarla ağlamaya başladı sonra. Ev ahalisi onun ağladığını hiç görmemişti. O hep gizli ağlardı. Zira ağlamak onun için bir zaafiyet sayılır, evdeki otoriteye halel getirebilirdi. Ağladı ağladı. Evdekiler de bir süre kendi köşesinde gözyaşı döktü. Kolay değildi Aşşa Deyze için. Çocukluğundan itibaren nerdeyse her adımını o keçicikleriyle beraber atmıştı; onlarla sevinçlerini, hüzünlerini, sırlarını paylaşmıştı. Ve şimdi hepsi bir anda gidivermişti…

Bir süre ağladıktan sonra kalktı Ayşe Deyze. Davara, oğlağa ait ne varsa dışarı fıştırdı, attı, attı... Gırklık, gazan, guplu, topak tas… En son peynir mayası için saklanan gursak... Kimse “Ana ne yapıyorsun?” demedi, diyemedi de… Bağırdı çağırdı… Hıncını aldı onlardan, rahatladı biraz. Kendine gelince “Gidip davarı geri getireceğim” dedi. “Ana, olmaz ne yapıyorsun?” dediler. Onları dinlemedi ve arkasına bakmadan gitti.

Öğleden biraz sonra geri döndü. Yıkılmış, yenilmiş, hüzünlü bir yüzle… Davarsız, oğlaksız… Bedford Kamyon çoktan seyile inmişti. Sabaha göre biraz sakinleşmiş görünüyordu. Çocukluğunun, gençliğinin geçtiği davar-oğlak güttüğü dağlarda, kayalarda “yakım yakıp” ağladığı belliydi. Gelirken de yeni hayatının muhasebesini yapmış ve yeni dönemi kabullenmiş gibi görünüyordu. Ortalık sakinleşince tekrar inekleri çoğaltma fikri masaya yatırıldı. Artık yüzü yanık esmer çocuk için bol inek gütmeli Aytapırı ve seyildeki kelete günleri başlayacaktı.

Halis OĞUZ

Hit:8

  • Henüz yorum yapılmamış
Yorum yapmak istiyorsanız bu yazıyı tıklayınız

Top10

  • yazar yok
  • YAZARLAR

    YAZARLAR